Hayvanlarda Aile Plânlaması
Hayvanlarda Aile Plânlaması
İkinci Dünya Savaşının sosyal bilimler alanındaki en önemli etkisi azgelişmişlik sorununu gözler önüne sermesi olmuştur. Gerçekten, dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlası az gelişmişlik koşulları içinde yaşıyordu. Vicdanları sızlatacak bir durumdu bu. Aynı zamanda tehlikeli idi de. Zira halkının dörtte üçü kuru ekmeğe muhtaç olarak yaşayan bir dünyada devamlı bir barış ve huzur sağlanamazdı. Buna bir çare bulunmalıydı.
Bilim adamları bu duruma asırlardır dikkati çekmişlerdi. Fakat kendilerinin bu uyarmalarına kimse aldırış etmiyordu. Yazılanlar kitapların sahifeleri arasında kalıyordu. Bilim adamlarının uyarıları biraz da abartı olarak nitelendiriliyordu.
Hâlbuki İkinci Dünya Savaşı boyunca; gelişmiş ülkelere mensup milyonlarca askerin, subayın, uzmanın, harp gereği hemen hemen dünyanın her yanına yayılması kendilerini uyarmada başlıca rolü oynadı. Demek bilim adamlarının, toplum bilimcilerin bugüne kadar yazdıkları yalan ya da abartı değildi.
Milyonlarca insanın bu bilince varmasından sonra da azgelişmişlikle ilgili olarak yazılan her şey büyük bir açıklıkla okunur oldu. Konu üzerinde kitaplar, makaleler yazılıyor, filmler gösteriliyor, toplantılar düzenleniyordu. Azgelişmişlik konusu artık dünya kamuoyunun malı olmuştu.
Azgelişmişlik böylece günün konusu haline gelince bunun nedenleri üzerinde de duruldu. Bu nedenler araştırılırken, hemen hemen bütün azgelişmiş ülkelerde nüfus artışının rekor düzeyde olduğu görüldü. O halde, azgelişmişliği ortadan kaldırmak için rekor düzeyde nüfus artışını önleyecek tedbirlere başvurulmalıydı.
İşte tam bu noktada, 150 yıl kadar önce nüfusla ilgili bir kitap yazmış olan bir İngiliz iktisatçısının fikirleri akla geldi. Malthus ismini taşıyan bu iktisatçı canlıların bitkilerden, gıda maddelerinden çok daha büyük bir hızla arttığını, bu yüzden büyük bir kütlenin gıdasız kaldığını ve bunun azgelişmişliğe götürdüğünü söylemişti.
Malthus fikrini şu şekilde formüle ediyordu:
Canlılar geometrik bir hızla artar. Yani, gıda artışı bir iken iki, iki iken üç, üç iken dört olur. Bu da kıtlığa ve sefalete sebep olur.
Malthus, bu gidişin felaketle sonuçlanacağını, dünyanın bir gün insanları besleyemeyecek duruma geleceğini, bunun da sürekli harplere, salgınlara yol açacağını söylemiştir. Malthus’ün fikirleri bir buçuk yüzyıldır tartışılıyordu. Demek ki iktisatçı doğru söylüyordu.
O halde dünya nüfusunun azaltılması gerekiyordu. Bunun için de her devlet kendi halkını uyarmalı idi. Bu cümleden olmak üzere aile planlaması fikri ortaya atıldı. Yani her aile, kendi nüfus sayısını, kendi geçim olanaklarıyla uyuşumlu hale getirmeliydi.
Ancak böyle düşünmeyenler de vardı. Bunlar Malthus’ün yanlış verilerden hareket ettiğini, zira iktisatçının söyledikleri doğru olsaydı, hiç olmazsa onun devrinden bu yana dünyanın canlıdan geçilmez halde olacağını ileri sürüyorlardı.
Araştırmalar bu yönden de hızlandırıldı. Ve sonuçta, Malthus’ün, gerçekten yanlış verilerden hareket ettiği sonucuna varıldı. Evet, canlılar bitkilerden ve gıda maddelerinden daha çok artma eğiliminde idiler. Fakat bu artışı önleyen doğal kanunlar da vardı.
Bu kanunlar, hayvanların, gıda olanaklarından daha fazla artışını önlüyordu. Durumun gerçekten de böyle olduğu çeşitli gözlem ve denemelerle anlaşılmıştır.
Hayvanların aşırı artışını önleyen kanunlardan birisi, her hayvanın kendine ait bir arazi üzerinde çiftleştirmek istemesidir. Eliot Howard isimli bir bilim adamının 1920 yılında yaptığı incelemelere göre birçok hayvanlar, çiftleşme zamanları yaklaşınca, her şeyden önce kendisi için belirli büyüklükte bir arazi parçası seçmekte, bunun için gerektiğinde mücadele etmekte, mücadeleyi kazandıktan sonra da kendi arazisi ortasında ötüp dişi hayvanları davet etmektedir. Erkeğin kendine ait bir araziye sahip olduğunu gören dişiler de böylece çiftleşmeye yanaşmaktadırlar. Bu tıpkı, bir genç kızın, ev sahibi bir delikanlıyı tercih etmesine benzetilebilir. Tabii bütün hayvanların hepsi için arazi mevcut olamayacağına göre, arazi ele geçiremeyen hayvanlar yavru yapamamakta, bu da o hayvanların üremesini önlemektedir.
Arslanların anormal üremesini önleyen kanun çok daha ilginçtir. Dünyada arslan kadar kuvvetli, hastalıklara dayanıklı yaratık az bulunur. Buna rağmen arslan sayısında değişiklik olmaz. Zira arslanlar yemeklerini bir sıraya, bir usule göre yerler. Erkek, yakaladığı avla önce kendi karnını doyurur. Artanı dişi arslan, ondan sonra da yavru arslan yer. Herhangi bir yıl kıtlık olmuş da avlanacak hayvan azalmışsa hem baba, hem ana, hem de yavru arslana yetecek gıda kalmayacağından yavru arslanlar ölür. Bu da arslan sayısının azalmasına yol açar.
Toplu halde intiharlar da hayvan seviyesini makul miktarda tutan bir yoldur. Avrupa’nın ve Asya’nın kuzey ülkelerinde yaşayan Lemming adlı kemirici hayvanlar ve özellikle bunların Lemma Norvegicus adıyla anılanları, her dört beş yılda bir toplu halde denize giderek kendilerini suya atar, boğulurlar. Kış uykusuna yatmayan bu hayvanların bir kısmı da gıda bulamadıkları zaman toplu halde güneye inmeye başlarlar. Kendilerini takip eden yırtıcı kuşlarla hayvanlar ise bunları yakaladıkları yerlerde öldürerek yerler.
Araştırmacılar, 30’lu yıllarda, başka bir incelemede daha bulundular. Kuzey Amerika’da yaşayan bir çeşit tavşan toplumu da kendine has bir usulle artış hızını frenliyordu. Bir an geliyor, tavşanlar binlerce olmak üzere ölüyorlardı. Bu hal her on yılda bir tekerrür ediyordu. Hayvanlar üzerinde yapılan otopsiler hiçbirinin açlıktan ya da salgın bir hastalıktan ölmediğini gösteriyordu. Sonuçta, bunların, kalabalık olma nedeniyle asaplarının bozulduğu ve bunun da bünye üzerinde etki gösterdiği anlaşıldı.
Hayvanların anormal artışını önleyen diğer bir husus da ırk saflığının bozulmasıdır. François Bourliere adlı bir bilim adamının yaptığı bir etüde göre, yaşama mücadelesi vermeyen, rahat ve huzur içinde yaşayan hayvanlar ırk olarak dejenere olmakta ve yok olmaktadır. Bilim adamı bu konudaki etüdünü ren geyikleri üzerinde yapmıştır.
Amerika’nın Alaska yarımadası ile Asya arasındaki Bering denizinde, Amerika Birleşik Devletlerine ait Pribilof takımadalarından St. Paul adasına, halkın gıda ihtiyacını karşılamak üzere, Amerika hükümeti 1911 yılında ren geyikleri koymuştu. Bunlar zamanla çoğalarak 21 yıl sonra, yani 1932 de 523’e 27 yıl sonra, yani 1938’de de 2000’e ulaştılar. Adada yırtıcı hayvan hemen hemen yoktu. Bu yüzden de başlangıçtaki 4 erkek, 21 dişi geyik 2000 geyik olmuştu. Fakat 1950 yılında geyik sayısının birden 8’e düştüğü görüldü. Nedeni araştırıldığında, hayat mücadelesi vermeyen bu hayvanların zayıf ve hastalıklı olanlarının doğal bir elemeye tabi olmadan yaşadıkları, bunlardan doğan yavruların da ırkın saflığını bozduğu ve toplu ölüme yol açtığı anlaşıldı.
Guppy denen bir çeşit akvaryum balıkları da, iki dişiye bir erkek olmak üzere ve akvaryumun büyüklüğüne göre yaşarlar. Bir akvaryuma ne kadar çok guppy konursa konsun durum değişmez. Fazlalar yavru iken büyükler tarafından yenilirler.
Bütün bu açıklamalarımız, hayvanlar dünyasında nüfus fazlalığının nasıl otomatik olarak önlendiğini göstermektedir. Bu konuda daha birçok örnekler verilebilir. Böylece de, Malthus nazariyesinin hiç olmazsa hayvanlar bakımından doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır.
hayvanlar bile aile planlaması yapabiliyor
insanlar neden yapamıyor anlayamıyorum :S