Fatih İstanbul’u Nasıl Fethetti?
555 Yıl önce bir Mart günüydü. Trakya’ya tatlı bir bahar inmişti. Türk’ün başşehri Edirne dolaylarında bütün ağaçlar filizlenmiş, bazıları pembe beyaz çiçeklerle bezenmişti. Şehrin doğusuna uzanan yolun yanında, tabiatın yemyeşil bir halı serip, papatyalarla süslediği geniş meydan, o gün olağanüstü bir kalabalıkla dolup taşıyordu. Renk renk ipek kaftanların parıltısı kılıç, kalkan ve mızraklarda yankılanan güneş ışıltılarına karışıyor, geniş omuzlar, dik başlar üzerinde atlas sancaklar tatlı bir meltemle dalgalanıyordu. Her şey bir an sustu. Bütün başlar geriye döndü.
Şimdi artık iki sıra halinde ilerleyen dev yapılı süvarilerin kılıç şakırtıları ve atların nal sesleri duyuluyor, herkes onların hemen arkasından beyaz bir Arap atı üzerinden görünen güneş yüzlü bir genci derin bir saygıyla hafifçe eğilerek selâmlıyordu. Bu genç dolgun yanaklı, beyaz tenliydi. Sakalı altın telleri gibi kalındı. İnce çekme, ucu hafifçe kıvrık burunluydu. Son derece kuvvetli olduğu kaftanının kabarık yenlerinden belli oluyordu.
Kendisini selâmlayanlara eliyle karışık vererek yürüdü, kırmızı renkli, madenden yapılmış son derece iri bir kitlenin yanında durdu. Eski Saray meydanında çıt çıkmıyordu. Genç adam bir iki metre önünde başı yerde orta yaşlı, sakallı bir adama doğru ilerledi, çok ahenkli ve gür bir sesle:
‘’ Muslihittin .. Bakalım nice bir iş yaptın? ‘’ diye sordu.
Adam eğildi ve yavaş sesle:
‘’ Ferman padişahımındır .. ‘’ diyerek levent yapılı yeniçerilere eliyle bir işaret yaptı.
Şimdi güneşten parıldayan kırmızı bakır kitle etrafında hummalı bir çalışma başlamıştı.
Sancaklar, kaftanlar tekrar dalgalandı. Herkes yavaşça geriye çekilmeye başladı. Yağız bir cenkçinin, elindeki meşaleyle sarkan bir fitil parçasını ateşlediği görüldü.
Dumanla karışık alev huzmeleri arasında yıldırım hızıyla maden kitlesinden fırlayan ve 600 kilodan fazla olan taş merminin 1500 metre kadar öteye düşerek yerde derin bir çukur açtığı görüldü. Bu anda Edirne şehri patlamanın şiddeti ile sarsılmış, genç hükümdar, yüzünde beliren gülümseme ile sevincini belirtirken o zamanlar dünyanın en büyük topunda çıkan bu korkunç gürültünün yankıları, köhnemiş Bizans İmparatorluğunun surlarına vurmuştu ..
Dünyanın en büyük topu ikinci defa yine 555 yıl önce 11 Nisan günü, bugünkü Edirnekapı ve Topkapı arasındaki Bayrampaşa deresinde gürledi. Artık, Sarıcapaşa ve Mimar Muslihittin’in yarattığı bu dev, 48 gün boyunca, irili ufaklı yüzlerce kardeş ile birlikte durmadan gürleyecek, Türk’ün parlak zaferiyle susacaktı.
Topların gürlediği son geceydi. 47 inci günün gecesi. Yapacaklarını yapmışlar, Bizans’ın mağrur surlarını yer yer tuzla buz etmişlerdi. Türk topçusu vazifelerini başarmış, arslan yapılı leventler, gemilerle Haliç’e inmişlerdi. Meyve olmuştu. İkiyüz bin kahramanın ertesi günü, tarihi günü heyecanla beklediği o gece meşalelerle aydınlanmıştı.
Altın sakallı, kartal bakışlı genç hükümdar, çadırındaydı. Etrafına vezir ve kumandaları kuşatmıştı. O aynı erkek sesle konuşmaya başladı:
‘’ Ey benim paşalarım, beylerim, cenk arkadaşlarım. Şimdi son ve parlak cenk için birbirinizi coşturunuz; tanyeri ağarırken askerlerinizi nizamla tertipleyiniz. Temkininizi bozmayınız, sakin ve müsterih olunuz. Sancakların rüzgârla dalgalandığını görünce derhal ileri atılınız. ‘’
O gece kimse uyumadı. Genç hükümdar, o kahraman başbuğ, yatağına oturmuş, yüksek sesle Tanrıya yalvarıyordu:
– Yarabbim, bir bölük ümmeti yerindirme, düşmanlarımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl ..
Çadırın dışında bu duaya ‘’ Âmin ‘’ sesleriyle karışan bir ses yükseldi. Bu kimdi? Muhafızlar bu cüreti gösteremezdi. Padişah yavaşça kalktı, karanlıkta çimenleri oturmuş bir genç gördü.
– Orada ne ararsız? Kimsiz?
– Ulubatlı Hasan kulunuzum. Seni muzaffer kılması için Tanrıya yalvarırım ..
– Var istirahat eyle Hasan, yarın cenk günüdür.
Ulubatlı oraya bir rica için gelmişti. Zağanos Paşa onu, ikinci hatta vuruşacaklar arasına katmıştı. İlk safta dövüşecekler arasında bulunamaz mıydı acaba? Sultan, bu temiz kalpli bahadıra yaklaştı:
‘’ Bunun bir hikmeti var, Hasan .. ‘’ dedi.
29 Mayıs 1453 Türk topları, surları döverken, padişahın sancağı kalkmış, davul ve çan sesleri arasında ordu ‘’ Allah! Allah! .. ‘’ sesleriyle hücuma geçmişti. Birinci safta dövüşenler erimişti. Ulubatlı Hasan yerinde duramıyordu. Ama Sultan’ın ‘’ Hikmet ‘’ dediği şeyi anlamıştı. Büyük işi ikinci safda dövüşenler görecekti. Hasan ve arkadaşları surlara doğru süzüldüler .. Düşman ateşine fedakâr göğüslerini siper ederek kale duvarlarına tırmanmaya çalışıyorlardı.
Bir ara surlarda yankılar yapan bir nâra duydular:
‘’ Ne durursunuz, şehbazlarım, atılın kurtlarım! .. ‘’ Bu, tarihe hükmeden genç Sultanın, Fatih’in sesiydi. Hakanın sancakları ateş hattına kadar gelmişti. Hasan, şahinler gibi uçarak surlardan birine çıktı, 32 arkadaşı da arkasından geliyordu. Ok yağmuru altında bayrağı dikti. O zaman durumu uzaktan gözleyen Sultan Mehmet’in dudağında bir gülümseme, Edirne’de Eski Saray meydanında çağının en büyük topu ateşlendiği zaman görülen gülümseme belirdi. Hasan üzerine gelenlere sağ elindeki kılıcını sallıyor, sol eli ile bayrağı tutuyordu. Vücudu delik deşik olmuştu. Artık kendisine şan ve şeref vermiş olan baba yadigârı kılıcı sallayamıyor, fakat iki eliyle bayrağa sarılmış, bırakmıyordu.
Bütün yeniçeriler coşmuştu. ‘’ Allah! .. Allah! ‘’ sesleriyle hücum ediyorlar, ateşe giriyorlardı. Biraz sonra bir oluktan akan sel gibi şehre girmeye başladılar. Bayrağı bir başkası kaptı, Hasan son gücünü sarfederek doğrulmaya çalıştı, birdenbire surlardan aşağı yuvarlandı.
Bir çağ kapanmış, yeni bir çağ başlamıştı. Büyük Atatürk’ün ‘’ iki büyük cihanın mültekasından Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği ‘’ dediği İstanbul, Türk’ün eline geçmişti.