Yaşamıyor, Oyalanıyoruz!
Yaşamıyor, Oyalanıyoruz!
Trajik olan şudur ki, akıl ve duygunun birlikte iş görmesi ile oluşan ve değerleri algılama organı dediğimiz geniş anlamda vicdan, herkeste aynı ölçüde gelişmemiştir, gelişmemektedir. Oysa yaşamda hakikatten yararlanmamızı sağlayan ve gerçekte değer yargılarına nesnellik kazandıran psikolojik yanımızdaki duygu değil, tinsel yanımızdaki derin duygudur. Bu derin duygunun (manevî) yokluğu, günümüzde yalnızca duyu organımızla algıladığımız dünyanın tanınmasına neden olmaktadır. Öyle ki, gözün görmediği, kulağın işitmediği, elin dokunmadığı ya da akıl yoluyla sayılıp ölçülemeyen bir şey yok sayılmaktadır. Hâlbuki aksine, bir kimse ile karşılaştığımızda onun varlığını sadece görmek, dokunmak, sesini işitmek gibi duyularımızla algılamamalı bu algılama ile birlikte duygusal olarak da kavramalı ve anlamlandırmalıyız.
Çoğumuzun çevresinde iç dünyaları tamamen boş, kendilerinin dışında ve üstünde yüksek değerleri algılayamamış, bu nedenle de asla saygılı ve alçak gönüllü olamayacak kimseler mevcuttur. Bu gibi kimselere insan bile denemez. Daha çok yanlış bir onur anlayışı içinde büyüklenen, çevresindeki herkesi hayranları ve uşakları olarak gören; duygudan yoksun bir varlık denebilir. Böyle bir varlık ve dünya görüşünde sadece yüzeysellikler, yarar sağlayan haz verici şeyler ve olaylar bulunmaktadır. Zevk dediğimiz derin ve insanî duygudan uzak, keyif içinde bir yaşamın övgüsü yapılarak, yalnızca dünyevi olunmakta ve bu tutum ahlâki bir özelliğe sahipmiş gibi de gösterilmektedir. Gerçekte ise duyumlar dünyasında yaşanan, tabii zorunlulukla algılanıp fikir ve vicdana özgürlük tanımayan bir davranıştan ibarettir.
Günümüzde bizi, insan olarak yaşatacak manevî dünyanın değerleri olması gerekirken, olan ve değişebilen, sırf maddi dünyanın ruhsal ihtiyaçlarına cevap veren değerler yerini almış bulunmaktadır. İnsanlar üzerinde etkili olmak, bunun içinde her türlü maddi gücü elde etmek, bedenî değerlere öncelik vermek, onları kendi varlığında gerçekleştirmek neredeyse günümüz insanının tek umudu haline gelmiştir. İşte bu istekler altında yatan esas fikrin oyalanmak olduğu açıkça görülmektedir. Buna göre insan, eskittiği ve zamanı sefahat içinde geçirdiği ölçüde insandır. Böyle bir yaşamda gerçek kültürün özü olan, ruhun kültüründen hiçbir düşünce ve iz yoktur. Maalesef ebedi yok olmaya mahkûm edilmiştir.
Üzüntülere tahammül etmek, başkalarının sorunlarını paylaşmak çağdaş insan için üzerinden atılması gereken eziyetli, manasız hâl ve davranışlardır. Nitekim sadece elle tutulur ve gözle görülür lütufların saygınlık gördüğü bu dünyada mesuliyet üstlenme, merhamet ve pişmanlık duyma gibi ahlâki bilincimizin kökenlerini oluşturan derin düşünce ve duygulara yer verilmemektedir. Böyleleri için insan olmak demek sorumluluktan uzak, keyfince bir yaşam sürmektir. Oysaki bu düzenin adamı olmak yerine, yaşamımıza anlam ve bize onur kazandıracak değerli olanı duyumsamalı ancak gerçekten, hislerimizle yüksek değerleri algılayabileceğimizi, insanın aşılması gereken bir varlık olduğunu bilmeliyiz.